Prof. Dr. Mehmet Çelik

Prof. Dr. Mehmet Çelik

[email protected]

Narenciye, Erzurum coğrafyasında yetişmez! 

Çarşamba günü (4.7.2018) yazdığım Einstein Tıp Ödülü alan profesörün akıbetini merak edenler için bir iki cümle daha karalayayım: Hoca bu ödülü aldıktan sonra, gün geçtikçe mutsuzluk deryasına doğru kulaç atmaya başladı… Haset okyanusunun içine düştü, çırpındıkça mutsuzluğu arttı… 

Kifayetsiz muhterisler, hasetçiler, belden aşağı vurarak hocanın kirli çamaşırlarını (!) ortalığa saçtılar. Kirli çamaşır derken, adamcağızın yüz kızartıcı bir fiili yoktu. Sadece hanımından boşanmıştı ve asistanı yoktu! Hanımından boşanması, daha doğrusu hanımının kendisini boşama sebebi, adamın ilim aşkıydı… Bazen günlerce laboratuvardan çıkmaz, orada sabahlardı. Bu hayat tarzına dayanamayan hanımı ondan boşandı, bu çalışma temposuna dayanamayan asistanlar da onu terk ettiler!.. 

Bütün kabahati buydu! 

Yani bilim aşkı, hasetçilerin tabiriyle bilim manyağı olması!.. Bilimden başka bir konu dünyasında yer almıyordu!.. 

Batı’da olsa üniversite bahçesine heykeli dikilir, laboratuvarlara adı verilir… Ne yazık ki Türk üniversitesindeydi ve lakabı manyak, sıfatları da asosyal, dünyadan haberi yok; deli, deli! 

Okuyucu, şu zehaba kapılmasın: Olur böyle şeyler, bu tür örneklere dünyanın her yerinde rastlanabilir. 

Hayır! Kesinlikle hayır! 

Türk üniversitelerinde buna benzer yüzlerce örneğe bizzat şahit olmuşumdur ve bu halet-i ruhiye tüm üniversitelerimizin tüm bölümlerine hâkim halet-i ruhiyedir. Burada yüzlerce örneği sıralayarak okuyucunun da üniversiteler hakkındaki anlayışını hastalıklı hale getirmek istemiyorum. 

 Kifayetsiz muhterislerin üniversitelere çöreklenmesi ve özellikle yönetim kademelerini (başta rektörlük, dekanlık…) ele geçirmeleri, akademik dünyanın vizyon ve hedeflerini, çalışkan ve vizyon sahibi genç bilim adamlarının bilim ve çalışma aşkını yok etmiştir. 

Bu anlayışı başlıklar halinde, sadece birkaç tanesini örneklendirecek olursak; 

Kimi idareciler, (rektör, dekan, bölüm başkanları) mesai bahanesiyle hocayı okula getirmek için beş tane dersinin her birini bir güne koyarak bilimsel çalışma için kütüphanelere gitmesine zaman bırakmazlar… 

Kimi, para yok veya ders aksamasın diye, sempozyum ve kongrelere bin dereden su getirerek (bazıları buna da gerek duymaz) engeller çıkarırlar.  

Kimi, derslerini kısıtlar, saatlerini azaltır hatta kökten kaldırırlar… 

Neyse, daha fazla yazmak istemiyorum. Kalem de istekli değil doğrusu… Şimdi gelelim şu soruya: Fuat Hoca, 1960 Askeri Darbesi’nde üniversiteden atılmasaydı, Almanya’ya gitmeseydi, Fuat Hoca olabilir miydi? 

Kesinlikle hayır! 

Ya ne olurdu? 

Prof. Dr. Fuat Sezgin isminde, falan üniversitede ders veren bir akademisyen olurdu!.. 

Atın iyi olması yetmiyor… Bir de meydan lazım, meydan! 

İyi atla beraber iyi meydan da olursa başarı gelir!.. Milletimiz zekidir, kabiliyetlidir… Ancak bu üniversite anlayışıyla Fuat hocalar bu topraklarda yetişmez!.. Ayrık otları ne eder, ne yapar onları kurutur, boğar! Üniversiteleri çoğaltarak, güzel binalar inşa ederek, “bizden” (kifayetsiz, muhteris ve vizyonsuz) idareciler atayarak, bu mesele çözülemez!.. Unutmayalım ki çok yakın gelecekte dünyamız kalın bir çizgiyle ikiye ayrılacak: 

Bilenler! Bilmeyenler! 

Bilenler efendi, bilmeyenler sömürge olacak. Bilenlerin safında yer alabilmenin tek şartı ise bilim üretmek! Onun yeri de domates tarlası değil, üniversitelerdir! Muhtaç olduğumuz tek şey ise Liyakat ve Ehliyet prensibidir!.. 

Liyakat ve Ehliyet’in şartı ise din, mezhep, ırk, grup, mahalle, takım değildir ve olamaz! 

Liyakat ve Ehliyet’in bir tek şartı vardır: Alanında yeterli olmak! Gerisi lâf-ı güzaftır!