Ömer Özkaya

Ömer Özkaya

[email protected]

İnsanın insana yapabilecekleri

Batı, insanı mensup olduğu inanca göre değerlendirir. Eğer kendisiyle aynı inancı paylaşmıyorsa ondan nefret eder. İnancı aynı ise onu baş tacı eder, onun kusurlarını görmezden gelir. Eski yıllarda inanç ortaklığı ırk ortaklığından daha değerliydi. İnsanlar ırk ortaklığını 1800’lerden sonra önemsemeye başladılar. Ondan önce inanç ortaklığı önemliydi. 

Avrupa dünya üzerinde hem nüfus sayısı hem de coğrafi alanı itibariyle küçük bir yer kaplıyordu. Varlığını muhafaza edebilmesi “başkası”nı tanımaya bağlıydı. Dolayısıyla “başkasının keşfi”, Batı için “Türlerin Kökeni”ne dair her türlü çalışmadan çok daha fazla önem taşıyordu. Bu da Batı’yı “teolojik düşünce”ye götürdü, ama “etnolojik düşünce” örtüsü altında. 

“Başkası” kimdi? “Başkası”nı belirlemede hangi olgulara müracaat edilebilirdi? Yaşam tarzı, fiziki görünümü, giyimi, dini, ten rengi ve dili Batı’dan farklı herkes, “başkası” mıydı? Bu durumda “Vahşileri tanımak için bir bakıma onlardan biri olmak” (Joseph Marie de Gérando’nun Considérations Sur Les Diverses Méthodes À Suivre Dans l'Observation Des Peuples Sauvages adlı kitabı) gerekiyordu, dolayısıyla “başka yerler”e gitmek, bir zorunluluk halini alıverdi. 

Batılı ilk Antik Çağ denizcileri için önemli olan ticaret yolları idi, gözlemlerini sadece aktarmakla yetindiler. 1516 yılına gelindiğinde ise dönemin en büyük devletlerinden olan ve Batı uygarlığının yayılmasında hatırı sayılır bir rolü bulunan İspanya’dan hiçbir geminin misyoner almadan ülkeden ayrılması Kardinal Cisneros’un emirnamesiyle yasaklanmıştı. Bu misyonerler, din kabul ettirme hevesine kapılmadılar, daima “başkası”nın ruhunun derinine sızmaya çalıştılar. Daha sonra Papa V. Pius’un emriyle gittikleri ülkenin dilini öğrendiler ve yerlilerden bir papaz sınıfı oluşturdular. 

“Başkası”, Batı için çok az müttefik, genellikle “düşman” oldu. 

Batılılara göre, yerliler tarafından “Avrupalılar ‘hayaletler geldi’ diye karşılandılar” (Arthur Bernard Deacon, Malekula). “Soluk benizli, açık renk gözlü insanlar ‘yırtıcı hayvanlar’ diye kabul edildi” (Jean Servier, l'homme et l'invisible). Yerlilerin “Kadınları, düğünlerinin ilk gecesinde kendilerini herhangi bir armağan getiren herkese teslim ederler”di (De Situ Orbis, Portekiz Kralı Manuel I'e (1495-1521) adanmış eser, 1. Cilt, 8. Bölüm). Batılılar “Etyopya’da, kafaları olmayan ama göğüslerinde iri gözleri bulunan çok sayıda erkek ve kadınlar gördü”, “Issız kumsalların ötesinde dilsiz insanlar yaşıyor, bazılarının bir dilleri var, diğerlerinin böyle bir organları bile yok”tu, “Afrika halkının belden aşağısı keçilere benziyor”du. 

Halbuki, Batılıların Afrikalı ve Doğuluları “henüz insani gelişimini tamamlayamamış, insanla hayvan arası bir varlık” olarak resmettikleri bu tarihlerden yaklaşık 400 yıl önce coğrafyacı İdrisi, “Yeryüzü kusursuz bir yuvarlaktır, yumurtanın ortasındaki sarısı gibi, suların (okyanusların) içindedir” demiş ve bugünkü dünya haritasına benzeyen bir harita çizmişti. Ancak bu keşif bir Batılıya ait olmadığına göre pekâlâ önemsiz sayılabilirdi! 

Barbarlık, Batılılar için dil, kültür ve din coğrafyasına dayanıyordu. Batı dillerini konuşmayan ve onlar gibi inanmayan herkes barbardı. “Akılları gelişmemiş kişiler, doğaları gereği diğerlerinin köleleri”ydi, “insan sayılamazlar”dı, “Barbarları uygarlaştırmak için kuvvete başvurulabilir”di. “Evrensel insan” kategorisinin dışındakilere yönelik yürütülen savaşlar, egemen devletler arasında yürütülen ‘savaş’ kategorisine alınamazdı, dolayısıyla savaş hukuku ya da savaş ahlakı aranamazdı, bu savaşlar bir tür uygarlaştırma –günümüzdeki kullanımıyla demokratikleştirme- faaliyeti olarak görülmeliydi. 

Batı uzun yıllar süren tartışmalardan sonra yerlilerin insan olduğunu kabul etti. Batılıların “iletişim hakkı”na engel olmaları haricinde yerlilere karşı bir savaş, haklı değildi. İletişim hakkının çerçevesi oldukça genişti, Batılılar istedikleri gibi dolaşabilirler, ticaret yapabilirler ve Hıristiyanlığı yayabilirlerdi, bunlardan birine engel olunduğunda ise Batılıların fetih savaşları meşrulaşmış olacaktı. Dolayısıyla Batılıların varlığına karşı her direniş, bir savaş hakkı anlamına gelecekti. Yerliler böylece, insan olduklarının kabulü karşılığında esaret altına alınacaklardı. 

Afrikalı ve Doğuluları “hayvanlığa yakın halklar” şeklindeki tanımlamalar, dünyanın yalnız Batı uygarlığı tarafından fethini haklı göstermeye yönelikti, bunu başardılar, 150 yıldır da sürdürüyorlar.  

Her ne kadar insanlarını aşağılasalar da, Batılılar 250 yıl önce Dom Pernety’nin yaptığı gibi, Felsefe Taşı’nı ve Uzun Ömür İksiri’ni Afrika’da ve Doğu’da aramaya devam ediyorlar.  

Yoksa tüm bu olanlar aslında bunlar için mi?