Ahmet Yenilmez

Özelleştirmenin temel amacı, nihai olarak devletin ekonomide, işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktır. Bu minval üzre, normalde yatırımlar zenginlerden beklenirken, topyekûn zenginiyle, fakiriyle, genciyle, yaşlısıyla; malını, canını, enerjisini, zamanını vatanı kurtarmak için tüketen Türk insanında, yatırım yapmaya mecal kalmamıştı. Savaştan çıkmış ve yeni bir devlet kurmuş Türk Milleti, Cumhuriyet'in ilk yıllarında devlet eliyle bir çok yatırım yapmış, açlarını doyurmak için şeker fabrikası, insanını giydirmek için Sümerbank Tekstil Fabrikası gibi sayısız tesis kurmuştu. Avrupa Sanayi Devrimi'ni oturtmuşken yanından geçemeyen Anadolu insanını, devlet eliyle o standarda yaklaştırmış, hatta bazı hususlarda yakalamıştı.

Daha sonra liberalizmin iyice güçlenmesi ve serbest piyasa ekonomisi düşüncesinin yayılması ile devlet eliyle yapılan bir çok tesis, özelleştirme ile el değiştirerek, şahısların veya ortaklıkların eline geçti. Dünyanın neredeyse her yerinde aynı sistem kurgulandı ve devam etti. Özel sektörün, neredeyse tüm alanları ele geçirmesi meselesinde, dünyanın jandarması Amerika hep önden gitti ve örnek alındı. Onun telkinleri ile devletler, ellerinde avuçlarında ne var ne yok satmaya başladı.

Özelleştirmenin en büyük sebebi ise; her zaman rekabet bulunan özel sektörde gelişimin daha hızlı olacağı düşüncesiydi. Devletler varlıklarını bir bir ellerinden çıkardı. Öncelik ülke içi zenginlere verildi. Kimi devletler stratejik sektörleri ısrarla elinde tutmaya çalışsa da uluslararası baskılar neticesinde pes etmek zorunda kaldı.

Bugün dünyaya dönüp baktığımızda, rekabet için özelleştirilmiş sektörlerde başı çeken bir çok marka mevcut. Göz önünde bir sürü marka farklı farklı sektörlerde birbirleriyle mücadele içinde gibi görünüyor. Bu durum da insanların gözünde birbirlerine rakiplermiş görüntüsü oluşturuyor. Şirketlerin de şirketleri satın alabildiği bu günlerde, hangi şirket kimin elinde hangi ortaklıklara sahip gibi konuları takip etmek zorlaşıyor. Bir şirketin sahibi birkaç şirket ortaklığı olabiliyor. Birbirine rakip iki şirket diğer rakiplerini yutarak, ortak malları haline getirebiliyor. Tabi böyle bir sistemde dünyayı domine edip, alanında tekel olmuş şirketlerin arka planlarında iki şirket çıkabiliyor. İnsanın aklı almıyor, fakat biraz derine inince dünyaca ünlü markaların çoğunun sahibi iki şirket gibi görünüyor. Kim bu iki şirket diye bakacak olursak, karşımıza Blackrock ve Vanguard şirketleri çıkıyor.

Burada bunların hangi markalara sahip olduklarını saymaya kalksam, ne siz sabredip okursunuz ne de ben yaza yaza bitirebilirim. Kendiniz internetten biraz araştırma ile sahibi oldukları markaların "bir kısmına" ulaşabilirsiniz. Gıdadan tarıma, ilaçtan otomotive, ulaşımdan inşaata aklınıza gelebilecek tüm sektörlerde dünya çapında tekel olmuş tüm markalar bu iki şirketin ortaklıklarından oluşuyor. Direkt kendi isimlerinin görünmediği yerlerde, sahibi oldukları diğer şirketleri üzerinden alımlar yaptıkları için takip edilmeleri de zor oluyor. Günümüzde devletlerin tüm kurumları ve yatırımları uluslararası şirketlerin satın alımlarına müsait olduğu için, sektörleri domine eden bu iki şirketle mücadele edebilecek bir başka rakip de kalmıyor. Resmen dünyayı tekellerine almışlar, diledikleri gibi at koşturuyorlar. Tüm standartları da doğal olarak kendileri belirliyorlar.

Son olarak hayatımızı Tek-El'den yönlendiren bu iki şirketin nasıl bir motivasyonu var da bu başarıyı elde edebilmiş dersek; işin aslı şirketlerden birinin anlamında saklı, "Blackrock" yani, siyah taş nedir diye, tarihe baktığımızda karşımıza kutsal olduğuna inanılan ve neredeyse insanlık tarihi ile eş hikayesi olan bir siyah taş çıkıyor. Daha fazla detaya girersem, yine bir Perşembe günü, gazetedeki köşem boş kalacak. Ben bu kadarını anlatayım, varın gerisini siz araştırın. Kalın sağlıcakla.