Ahmet Yenilmez

Ahmet Yenilmez

Ant olsun iyi yapmıyoruz! 

Yaşananlara bakınca,  ister istemez insan, ‘’ne bitmez bir savaşmış’’ demeden edemiyor! 

Öyle ya, yüz küsur yıldır devam ediyor, görülen o ki daha da devam edecek! 

Hangi savaş mı? 

28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Franz Ferdinand ile eşi Sofia’nın  Saraybosna’da Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesiyle başlayan, 1. Dünya Savaşı! En ağır bedelini de İslam ümmetinin dolayısıyla da İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapan, ismi özelikle de Avrupa arenasında İslam ile eşdeğer anılan Türk Milleti’nin ödediği, 1. Dünya Savaşı! 

Avrupa’nın, kendisine yakın sınırları yüz küsur yıl öncesinde istediği gibi dizayn ettikten sonra, güneyimiz ve doğumuzdaki sınırlarımızın ötesindeki doymazlıklarından dolayı hala ağır bedeller ödemekte olduğumuz, 1. Dünya Savaşı! 

Oysa, bu zaman zarfı içinde  2. Dünya Savaşı yaşanmış, bu savaş kendi aralarında olduğundan hemencecik neticelendirilmiş, dahası birkaç yıl öncesinde milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar aynı hedefe kilitlenip önce AT (Avrupa Topluluğu) sonrasında AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu), şimdilerde ise AB (Avrupa Birliği) adı altında teşkilatlanıp dünyanın gidişatına etki etmişler, etmeye de devam etmekteler! 

Tam toparlandık, dünya ölçeğinde kurulan dünya pazarında kendimize yer bulabileceğimiz yatırımlarımızı yapmaya, savunma sanayinde yerlilik oranımızı %70’lerin üzerine çıkarmaya başladık derken, başımıza gelmeyen kalmadı! 

Heyhat ki, bir prens ve eşinin öldürülmesiyle başlayan savaşın tam da bu zamanında yine bir prensin tezgâhı ile üzerimizde bir başka paylaşım, bir başka sınır çizme tezgâhları kurulmaya çalışıldı ve çalışılmakta! 1. Dünya Savaşı'nın daha ilk yıllarında aynı coğrafyada yaşadıklarımızın acı tecrübesi düşünüldüğünde, bugünkü prensin tezgâhı bizim için bir sürpriz değildir. Biz bu tezgâhı bozarız ve bu tezgâhı kuranları da dede mirası topraklardan kovarız, çünkü bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti yüz yıl öncesine nazaran her alanda çok daha güçlü bir devlettir. Lakin, dışta bütün bunlar yaşanırken iç gündemimize, özelikle de siyaset gündemimize bakınca insanın aklı havsalası şaşıyor! 

Sorarım size andımız ne zaman okutulmaya başlanmış? 

23 Nisan 1933, yani  95 yıl 5 ay 23 gün önce! 

Bugün devletimizin en üst noktasından en alt noktasına kadar hemen hemen herkesin, ilkokul sıralarında kâh yağmurun altında, kâh buzun üstünde, kâh yakıcı güneşte söylediği bir ritüelimiz! Şunun şurasında da bir süredir okunmuyor! 

Nereden, kim nasıl akıl etti de tam da birilerinin kaşıkla içimizi dışımıza çevirmeye başladığı dönemde Danıştay bu kararı verdi bilemiyorum! Bu kararın alınmasının ülke, millet menfaatleri için nasıl elzem olduğunu, Danıştay'da bu kararı alan hukukçularımız kamuoyuna açıklasın ki, biz de göremediğimizi bilelim, anlayalım! 

Trajik olan da, andımıza karşı olan ve taraf olanların ortaya koydukları sebepler! 

Efendim, çocuklar, yağmurda, karda, güneşte çile çekiyorlarmış, bir Kürt çocuğuna bunu okutmanın neresi insaniymiş(!) 

Efendim, neden Türk kelimesinden bu kadar korkuluyormuş (!) 

Efendiler, bu topraklar, Şerife Bacıların kundaktaki bebeleri, beleyip büyüttükleri gözbebekleri şehit verilerek vatan yapıldı ve üzerinde yaşayan çocuklarımız da gerekirse buzun üzerinde saatlerce durabilirler! 

Efendiler, kimsenin Türk kelimesinden çekindiği falan yok, kaldı ki, Türk tarifi hiç kimsenin rahatsızlık duymak bir yana, şerefle taşıyacağı kültürel bir birlikteliğin adıdır! Resme iyice bakınız lütfen! 

Bu çocuklar Şırnaklı çoğu da Kürt, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dünya şampiyonu yaptılar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin al bayrağını sevinç çığlıklarıyla sallıyorlar! Söz konusu ‘’Türk’’,  yürek meselesidir ve o yürek kimde varsa, o Türk’tür! 

Karşımızdakiler elli yıl öncesinde birbirlerini boğazlarken şimdi tek yumruk olup başımıza inmekte, bizse nelerle ayrışmaktayız! Aklımızı başımıza toplayalım, yoksa üstünde yaşayacağımız vatan kalmayacak!