Ahmet Yenilmez

Ahmet Yenilmez

Telefona gel vatandaş! Boğazın malları bunlar!

90’lı yıllarda Azerbaycanlı bir dostumun, Rus bir yazardan Türkçeye çevirisini yaptığı, ‘’Vakitsiz Öten Horoz’’ isimli bir tiyatro oyununu sahneye koymuştum. Oyunu ilk okuduğumda ‘Genç adam’ın bir repliği çok dikkatimi çekmişti, ‘’Kokuyorum ihtiyar! Çürüyorum…’’
Lağımcı eski bir asker, bir mafya liderinin talimatıyla kilisenin altına bombaları döşer ve kiliseyi patlatır! Daha sonrasında kilisenin yerine depo inşa edilir ve “İhtiyar” o depoda bekçilik yapmaya başlar. Dürüstlük abidesi, geleneksel ahlaki donanımda bu ihtiyarın yanında da, her ne şekilde olursa olsun zengin olmayı kafaya koymuş bir genç vardır!
Bu iki kişi bir yılbaşı gecesinde depoda hapis kalırlar, genç adam patronun yılbaşı balosuna davetlidir!
Olaylar gelişir ve yaşadıkları hayatı sorgulamaya başlarlar, bir başka ifadeyle gençte insanın ve insanlığın nasıl kirlendiğini, ihtiyarda da zamana yenilmiş muhafazakarlığı görmeye başlarız! İşte bu sorgulamanın sonuna doğru genç, ‘’ Kokuyorum ihtiyar! Çürüyorum…’’ diye feryada başlar!
Efendim, hemen hemen cep telefonu kullanan herkesin en az bir kez yaşadığı, telefon düşürme dolaysıyla da kırma! Bendeniz hemen hemen herkesin yaşadığı bu hadiseyi abartılı sayıda yaşamış bir adam olarak düşürdüğüm telefonun tamiri için ikamet ettiğim Sarıyer’de tanıdığım tamirci dostumun dükkanının yolunu tuttum! Telefonun artık tamir haddini doldurduğunu öğrenip artık sıradan ihtiyacı görecek bir telefon almak için mevcut telefonları inceleyip, özeliklerini dinliyordum ki, mahallemden tanıdığım, geçimini denizden midye çıkararak kazanan Tahsin, elinde bir poşetle girdi içeriye. Elindeki poşeti dükkân sahibine uzattığında, dükkân sahibi dostum, poşetin içerisinden bendenizin bir çırpıda alamayacağı, marka, pahalı iki telefon çıkardı ve ‘’Vay Tahsin abi, dünkü dalış bereketli çıkmış’’ demez mi?
İster isteme/z, ‘’nasıl yani’’ çıkıverdi ağzımdan!
Tahsin, ‘’Ahmet abi, bir bisikleti de bizim Faruk’a verdim’’ demez mi?
Bir dakika, bir dakika! Tahsin sen midye çıkarmayı bıraktın mı? Nereye dalıyorsun da nerede buldun bunları?
Tahsin ‘’Abi midye çıkmıyor ki daha! Çıksa da kimse eskisi gibi midyeye itibar etmiyor! Ben de boğaza dalıyorum, işte böyle telefon, bisiklet daha neler neler bulup getiriyorum buraya, üç beş yolumu buluyorum’’!
Şöyle bir etrafı kolaçan ettim, acaba bir kamera şakasına konu mu oluyorum diye, lakin etrafta olağanın dışında bir şey yoktu!
Tahsin’in, ‘’Abi, midyeden günde 50 bilemedin 60 lira kazanıyordum, bu iş daha karlı’’ sözüyle daha fazla şaşırdım!
En ucuzundan bir telefon alıp dükkândan çıktım, arabama binip sol yanımda İstanbul Boğazı sağ yanımda balık lokantaları arasından tiyatronun yolunu tuttum!
Oysa ben bugün,  617 yıl öncesini (28 Temmuz 1402) tarihimizin en büyük hadisesi Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilerek esir düşmesini, yani Osmanlı Devleti’nde Fetret Devri’ni yazacaktım!
Sizin anlayacağınız koca koca sözler söyleyip, içerisinde bulunduğumuz halin Fetret Devri’nden daha beter olduğunu görmeyip, aklımca ahkam kesecektim!
Hafta sonu Rumelikavağı Sarıyer’de midye, kalamar, balık yemek için trafiği kilitleyen arabaların arasında arabamın camını indirip, avazım çıktığı kadar bağırdım, ‘’Telefona gel vatandaş! İstanbul Boğazından!”
Bu arada, ‘’Vakitsiz Öten Horoz’’ oyununun finalinde kilitli kaldıkları deponun anahtarı ihtiyar adamın da genç adamın da ceplerinden çıkıyor!